Atatürk’ümüzün Doğumgünü

Bugün 4 Ocak, bugün Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumgünü! Eski Anıtkabir Müze Komutanı, Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Güler ‘in ortaya çıkardığı belgeye göre, Atatürk’ün ilk nüfus kayıt tarihi 18 Ekim 1922, kayıtta görünen doğum tarihi ise 4 Ocak 1881 Salı.

Cumhuriyet’in ilanından önce Osmanlıca harflerle yazılan nüfus kaydında Atatürk’ün fiziksel özelliklerinin de kayda geçirilmesi dikkat çekiyor. Kayıtlarda, Atatürk için “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandanı”, “Devlet-i Aliyye’nin (Osmanlı Devleti) tabiiyetine haiz” ifadeleri yer alırken, doğum tarihi yıl olarak ‘Rumi 1296’ şeklinde belirtiliyor. 15 yılı aşkın süredir Atatürk’ün biyografi ve seceresi üzerine araştırmalar yapan ve Güler, şunları anlatıyor: “Gazi Paşa’nın doğum tarihini belirleyen ilk belgeler askeri okullardaki öğrenci kayıtlarıydı. Bu kayıtlarda ay ve gün belirtilmeden doğum yeri ve tarihi ‘Selanik 1296’ olarak gösteriliyordu. Mustafa Kemal’in bugüne kadar bilinen ayrıntılı nüfus belgesi ise Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti vatandaşları için düzenlenen nüfus cüzdanı. Ancak bizim ortaya çıkardığımız orijinal Osmanlıca belge ile Mustafa Kemal Atatürk’ün doğum tarihinin 4 Ocak 1881 Salı günü olduğunu tespit etmiş durumdayız. Böylelikle Atatürk’ün seceresi ve doğum tarihi ile ilgili yapılan spekülasyonlara da son noktayı koymuş olduk.” 

Ama Atatürk için doğumgünü tarihi 4 Ocak değildir. Herkes doğumgününü 19 Mayıs olarak bilir. Bunun sebebi ise tarih belgelerinde ortaya çıkmıştır: Atatürk’ün istirahat ettiği bir gün, yanına Umumi Kâtibi Hasan Rıza Soyak gelir ve elinde bir evrak taşır. Paşa kendisine evrakın ne olduğunu sorarken Soyak, İngiltere Kralı Sekizinci Edward’ın, kendilerinin doğum gününü merak ettiği” mektubu söyler.

Bunun üzerine Gazi, günü kendisinin de tam olarak hatırlamadığını, annesinden işittiğine göre, bir bahar mevsiminde doğmuş olduğunu belirterek “Bu bir 19 Mayıs günü niçin olmasın?” demiştir. Bu görüşme üzerine belirlenen doğum tarihi, İngiliz Kralı Sekizinci Edward’ın makamına resmi yazıyla bildirilmiştir.

Atatürk’ün Türk milletine bir ödül olarak dünyaya geldiğini düşündüğüm ulu önderimizin doğumgününde psikolojiyle ilgili söylediği sözleri merak ettim ve ilginç bir anısıyla karşılaştım. Cenevre Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü ile Jean Jacques Pousseau Pedagoji Enstitüsü’nü bitirmiş olan İbrahim Alâettin Gövsa: “Atatürk ve Psikoloji” başlıklı yazısında Atatürk ile ilgili anısını şu cümlelerle anlatıyor:

“Vefatından tam on sene evvel, 1928 Ekim ortalarında bir akşamdı. Sofra Büyükada’da Yat Kulübü’nün bahçesinde kurulmuştu. Gece yarısından sonra saat bir buçuk, iki vardı. Ben bahçenin bir köşesinde uzaktan onun durup dinlenmek bilmeyen neşeli ve sevimli hareketlerini hayranlıkla seyrediyordum. Bir aralık gözü bana ilişmiş olacak, işaret etti, yaklaştım. Sofrada karşısına tesadüf eden emrettiği yere oturdum. Kendine mahsus tatlı bir tevazuuyla iltifat ve ikram ettikten sonra bir müddet başkaları ile ve başka meselelerle meşgul oldu. Sonra bana döndü. Lâtife etmek ve sarmak için bir vesile hazırlamak istediğini hissediyordum.

Cennetmekânın sohbetlerine daima tatlı bir çeşni karıştıran merhum Nuri Conker bu vesileyi kolaylaştırmak için beni methe delâlet edebilecek birkaç şey söyledi. Mecliste iyi konuştuğumu anlatmak istedi. Beni sevdiği için bunda samimî olduğundan eminim. Fakat bu fikri ya ihtiyarsız, yahut iltizamı bir surette tuhaf bir şekilde ileri sürdü. «Alâettin Beyi mecliste kaç defa dinledim. İfadei meram ediyor (meramını anlatıyor), dedi.

Atatürk’ün aradığı lâtifeye bir zemin hazırlanmıştı:

«Vay efendim vay! Güya sen de methettin, öyle mi? Konuşan her insan ifadei meram eder. Sanki bununla ne demek istiyorsun?»

Bu suretle önce Nuri Conker merhuma tevcih eden hücumun bana dönmesi için başka bir vesile çıktı. Sofrada bulunanlardan biri benim vaktiyle Avrupa’da psikoloji tahsil ettiğimi söyleyiverdi.

«Vay demek ki, siz Avrupa’da psikoloji, yani ruh ilmini tahsil ettiniz. Öyle ise bana anlatınız, bakalım. Sizin tahsil ettiğiniz psikoloji, ruhu ne suretle târif eder?»

Sofra sohbetlerinin sevimli bir çeşnisi olan imtihan safhası başlamış demekti. Cevaptan kaçmak, yahut sualdeki maksadı düşünerek cevabı lâtife ile telâkki etmek onun muazzez ve muazzam şahsiyetine karşı borçlu olduğumuz tâzime münafi olurdu. Ben hem ilmî esasa sâdık kalmak, hem de cevabın vesile verebileceği münakaşalı bahisleri açmamak için şöyle bir cümle arziyle iktifa edeyim dedim:

«Efendimizce malûmdur ki, bugünkü psikoloji, ruhun kendisiyle değil, tezahürleriyle yâni hâdiseleriyle meşgul olur. Ruhun künhünü ve cevherini tetkik etmeyi felsefeye bırakıyor. Şu halde ruhu tarif felsefeye ve felsefenin metafizik bahsine aittir ve bizim tahsil ettiğimiz psikoloji, ruhu tarif etmiyor.

Cevap hakikate uygun. Fakat onun kuvvetli mantığıyla tahlil ve tezyife de müsaitti: Psikoloji, ruh ilmi demekti. Bir ilim, meşgul olduğu mevzua (konuya) müstağni (çekingen) kalabilir miydi? Ve o ilmi tahsil eden adam, uğraştığı bahsin künhünü (özünü), esasını tarifte aczini itiraf edebilir miydi? Bu ne büyük bir cehaletti? Bu cehaleti kazanmak için Avrupa’ya kadar gitmeye ne hacet vardı… vesaire… vesaire..»

O madenî ses, belki yarım, belki de bir saat bu mevzu üzerinde kâh neş’e ile, kâh tehevvürle çınlayıp köpürdü. Bazen o kadar güzel ve orijinal şeyler söylüyordu ki, onları dinlemek itâba ve hücuma mâruz kalan için bile bir zevk teşkil ediyordu. Fakat biraz da ifrata giden bu haksız hücumun uyandırmak ihtimalinde bulunduğu inkisarı (kırılmayı) Atatürk, birkaç gece sonra yine kendine mahsus eşsiz bir büyüklükle tamir ve telâfi lûtfunda bulunmuştu ki, onun vicdanıma tahmil ettiği (yüklediği) minneti ebediyete kadar hissedeceğim.

Aynı ayın 28’inci günü akşamı Harf İnkılâbı’nın ilk esaslarını takarrür ettirmek (kararlaştırmak) üzere Dolmabahçe Sarayı’na dil ve edebiyat mensupları davet edilmişti. Ben de bu arada idim. Sofradaki yerim, ona hayli uzak bir noktaya tesadüf etmişti. Yeni bir imtihana mâruz olmamak için bu tesadüften de memnundum. Fakat o beni uzaktan görünce karşısına dâvet etti ve oradaki zat ile yerlerimizi değiştirmemizi emretti. Hem korkarak, hem sevinerek karşısına oturduğum zaman bana onun çapındaki bir insanın yapmayacağı bir tevazu ile şu iltifatta bulunmuştu:

– “Benim şakalarıma alışık değilsiniz. Geçen akşam psikoloji vesilesiyle söylediklerim lâtifeden ibaretti. Siz nasıl askerlik bahsinde bir reye sahip olamazsanız, ben de psikoloji meselesinde öyleyim…”

Atatürk’ün gösterdiği büyüklük karşısında ben o akşam daha fazla küçülmüştüm. O anda duyduğum ulvî heyecanı şu satırları yazarken de tekrar hissediyor ve onun ebedî ve muazzam ruhuna binlerce selâm ve tazim ithaf ediyorum.”

Son zamanlarda, ruh sağlığı ile ilgili hiç bir eğitimi olmadan, yetkin olmayan kurumlardan terapi eğitimi alıp kendisini psikolog, psikiyatrist ilan eden tüm cahil ve sınırını bilmeyen insanlara biz ruh sağlığı çalışanları yerine Atatürk cevap vermiş yıllar önce…

Bu benim için çok anlamlı yazıyı, Prof. Dr. Vamık D. VOLKAN hocamızın “Atatürk’ün Psikanalitik Biyografisi” isimli kitabında yazdığı şu cümlelerle bitirmek istiyorum: “Atatürk’ün yaptıklarını değerlendirirken, liderliği sırasındaki tarihi durum ve koşulları göz önünde tutmamız gerekiyor. Bir lideri yaşadığı dönemden alıp şimdiki zamana koyar ve yaptıklarını bugünkü sosyal, ekonomik ve politik süreçlere göre değerlendirmeye çalışırsak, o liderin tarihi rolünü anlamamız zorlaşır. Diğer taraftan da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün imgesinin yıpratılmasına göz yummak, elimizdeki tabancayla kendi ayaklarımıza kurşun sıkmak olur. Türkiye şimdiki haliyle tarihi, ekonomik, dinî ve politik olaylarla değişmiş bir Türkiye olsa da Atatürk’süz var olamazdı.”

Kaynak: 1- http://www.milliyet.com.tr/ataturk-un-ilk-nufus-kaydi-gundem-2061099/    2- https://mustafakemalim.com/ataturk-ve-psikoloji/

Gülşah Meral Özgür
Psikiyatrist, Psikoterapist